1 Eylül Uluslararası Dünya Barış Günü’dür. Barış üzerine bir şeyler yazmak için hazırlık yaparken bir yandan da düşünüyordum. Gezegenimizin dört bir yanında savaş ve şiddet insanlığı kasıp kavururken “barış” sözcüğünü nereye oturtacaktık. Kaldı ki yeni bir Orta Çağ iklimi yaşayan tek adamlı pek çok ülkede barış sözcüğü çoktandır yasak kapsamına alınmıştır. Kendi ülkemizi ele alalım. ‘60’lı yıllardan sonra hemen her 10 yılda bir askeri ve sivil darbelere sahne olan Türkiye’de özellikle genç okurlar için birer örnek sunalım. 12 Mart darbesinden hemen sonra Türkiye’nin yüz akı sanatçılar Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Tilda Gökçeli, Magdi Rufer Eyüboğlu apar topar evlerinden alınarak Selimiye Kışlası’na götürülmüşlerdi. Suçları büyüktü! Her perşembe arkadaşlarından birinin evinde toplanıp barış, dünya barışı, sanat ve felsefe sohbetleri yapıyorlardı. 12 Eylül geldiğinde ise başka bir trajikomik olay yaşandı. Başkanlığını Büyükelçi Mahmut Dikerdem’in yaptığı Barış Derneği Genel Kuruluna katılıp görev üstlenen bütün barışçılar yargılanarak cezaevine konuldular. Sıkıyönetim mahkemelerinin barış kavramı konusunda tutumu acımasızdı. Bu yargılamalarda barış yanlısı pek çok meslektaşımız, yazar, şair, tiyatrocu, bilim insanı hüküm giydi. Aralarında Ali Sirmen, Hüseyin Baş, Niyazi Dalyancı, Ataol Behramoğlu, Orhan Adli Apaydın, Kemal Anadol ve Ali Taygun gibi isimler de yer alıyordu. Barış davası deyince aklıma hemen dostum, sırdaşım Niyazi Dalyancı gelir. Onun hapishane öykülerini, hiç eksik etmediği gülümsemesiyle anlatışı çınlar kulaklarımda. Barış davası da Türkiye siyasi tarihinin utanç sayfalarından biriydi. Devlet politikalarıyla insanları muhbir durumuna düşüren bir süreçti başlatılan. Bu süreç 12 Eylül’den sonra da çok canlar yaktı. Gazeteciler öldürüldü, yargısız infazlarda gencecik delikanlılar asılsız ihbarlarla yok edildi. Yurttaşlara yaşatılan bu zulüm ne yazık ki günümüzde de hız kesmeden devam ediyor. Hukukun üstünlüğü ayaklar altında paspas edilirken yargı sistemi insanlara güven vermekten çok uzak.
Geçenlerde üstelik de donanımlı bir gazeteci arkadaşımla Niyazi Dalyancı’nın barış gazeteciliği üzerindeki görüşlerini konuşuyorduk. Arkadaşım dedi ki “Barış gazeteciliği de ne demek?” Ben de dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Sahi bütün dünyada emperyalist düzenin insana yönelik acımasızlığını, savaş sanayini savunan yoksul ülkelerin yer altı servetlerine göz diken uluslararası şirketlere övgü yağdıranlar eğer gazeteci ise barışı savunanların da gazetecisi olması neden doğal gelmiyor size.”
Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nin “gazetecilerin temel görevleri” başlıklı “d” maddesi şöyle başlar: “Gazeteci; başta barış, demokrasi, hukukun üstünlüğü laiklik ve insan hakları olmak üzere insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur.” İşte gazetecinin görevi tam da budur. Savaş çığırtkanlığı yapmak, ırkçılığı savunmak asla gazetecilik değildir. İnsanı odağına alan haberler yapmak, halka doğruları, gerçekleri anlatmak dışında gazetecinin iktidara yaranmak için, çıkar için yaptığı her iş onu gazetecilik dışına iter. Uluslararası dünya barışını kutlarken barış uğruna bedeller ödeyen yerli-yabancı tüm aydınlara, yazarlara, şairlere, gazetecilere saygı sunuyorum.
Bu yazıyı da Fransız yazınının usta ismi Jacques Prévert’in bir şiiriyle sonlayalım. Dilimize “Aile Hayatı” başlığı ile aktarılan şiiri Orhan Suda’nın yetkin çevirisinden okuyalım:
“Anne yün örüyor
Oğul savaşıyor
Anne buna hiç şaşmıyor
Baba ne yapıyor peki?
Baba tecimle uğraşıyor
Karısı yün örüyor
Oğlu savaşıyor
Kendi buna hiç şaşmıyor
Peki oğul ne diyor bu gidişe
Oğul hiçbir şey
Ama hiçbir şey demiyor bu işe
Anne yün örüyor
Baba tecimle uğraşıyor
Oğul savaşıyor
Bitince savaş
Babasıyla birlikte iş kuracak oğul
Oysa devam ediyor savaş
Anne yün örmeye
Baba tecimle uğraşmaya devam ediyor Oğul ölüyor
Oğul savaşmaya devam etmiyor artık Mezarlığa gidiyor anne ile baba
Ve ikisi de şaşmıyor buna
Hayat devam ediyor
Yün örmeyle, savaşla, tecimle
Tecimle tecimle tecimle
Hayat mezarlıkla iç içe.